Page 156 - Emir Kalkan Hikaye Yarışma
P. 156

Emir Kalkan Hikâye Yarışması
            bir emir bekler gibi öylece durur. Bir ağıt zamanı geçip vakit tamam olunca gökte bir kapı
            aralanır da kuvvet apaçık bir şekilde cam bir fanusa dolar da dolar. İşte hangi yiğit o fanusa
            kolunu daldıracak ilme ve cesarete sahipse yer gök ona itaat eder. İstese ay kalkıp avucuna
            gelir, dilerse vahşi hayvanlar emrine verilir. Kendi zerrelerine bile hükmedip (Aynı Hay-
            dar–ı Kerrar Hz. Ali’nin dediği gibi)“Bu zamana kadarki kuvvetiniz malumumdur. Şimdi
            avucumdaki kuvvetle 40 kat kuvvetlenip emrimde ne dersem itaat edin” deyince daha söz
            bitmeden tüm zerreler o hale bürünüverirler. İşte Hayber Kalesi kapısının sırrı da aynı böyle
            vücuda gelmiştir.
               Zamanın aslî kuvvetlerini kitaplar yazamaz zira kelimeler bu halin tasvirinde çamura
            batmış eşek gibidir. Çabaladıkça daha çok batarlar. Bu hali ancak ve ancak görenler anlar.
               1954’ün zemheri soğuk bir Şubat gecesinde anlatılanlar Cüneyt’i öyle hipnotize
            ediyordu ki etrafındaki her şey onun dikkatini derinleştiren, algısını daha da keskin-
            leştiren bir etki yaratmaya başladı. Kapının her açılış ve kapanışında küçük çay ocağına
            dolan soğuk hava gözlerini daha da açtı. Kaynayan suyun fokurtusu, ahenge bir ritim
            tutar gibi muhabbeti keyiflendirdi, etraftakilerin boş ve ilgisiz muhabbetleri, bu önemli
            konuşmada Cüneyt’i kendine daha da önemli hissettirdi. O ara ne okunan ezanı duydu
            ne de lakayit bir tavırla “tazeleyim mi hocam” diye sakallı adama seslenen çaycıyı.
               Önceden de böyle bilgide ve bilge kişilerde yok olmuşluğu bir hayli fazlaydı
            Cüneyt’in. Bilinmeyene olan ilgisi, bilene olan saygısı ve koşulsuz bağlanışı onu iyi
            bir talebe, tabiri caizse iyi bir mürid haline getirdi. Bu da bilgelerin hoşuna gidiyor
            dilediği her şeyi bazen biraz zorluk çıkarsalar da ona öğretiyorlardı. Gerçi bu “zor-
            luklar” bazen bir çileye de dönüşebiliyordu. Aynı gözlerinin önünde o anda beliren
            soğuk yüzlü Majid Cafer’in yaptığı gibi.

               Tüm yaz boyunca Tahtakale’den aldığı bayan çantalarını Fatih Camii avlusunda
            satarak para biriktiren Cüneyt’in bu paralarla Eylül ayında İran’a kendisinden sadece
            birkaç dakikalık bir malumat almaya gittiği kişiydi Molla Majid Cafer. Bir hafta ayırdığı
            İsfahan ziyareti tamı tamına altı ay sürdü. Molla Majid, malumatı vermek için Cüneyt’i
            kapısına bekçi yaptı. Kavurucu güneş altında bir sığınak olmadan geçen gündüzler
            ve gündüzün tam aksine dondurucu çöl soğuklarıyla geçen gecelerden sonra Molla
            Majid Cüneyt’i yanına çağırıp:

               –23 çocuğum, binlerce öğrencim var. Senin gibisine ne sahip oldum ne de senin gibisini
            tanıdım. Allah ilmini tamam etsin, kendine bende etsin.

               Benden, su üzerinde insanların düşüncelerini nasıl gördüğümü sordun. Önce suyu usul
            usul geniş bir tasa dök, sonrasında onu bal şerbetine çevir. Şu duayı okuduktan sonra (O
            zaman sanki beyninde bir damar patladı ve kafatasının içine sıcak sıcak aktı) o kişiye o



            156
   151   152   153   154   155   156   157   158   159   160   161