Page 17 - kayseriden_kopan_turku
P. 17
inanıyorum. Zaten Yıldız Ayhan ve Nurdan Hanımlar da babalarını anlatırken onun ailesinden de geniş
olarak söz etmişlerdi. Bu yüzden sanatçımızın geçmişine yolculuğa, onun doğduğu köyden ve en azından
annesinden başlamak gerektiğini düşünüyorum. Çünkü uzun yıllar sonraya kalacak bu bilgilerin kayıtlara
düşülmesi hiç de öyle sıradan ya da önemsiz bir şey olmadığı gibi gelecek kuşakların da faydalanması açı-
sından son derece değer taşıyacaktır.
Kayseri diyarında bir diyar Akçakaya. Nam-ı diğer köy… O yıllarda… Kıraç toprakların, bereketli toprakların,
dudakları şerha şerha çatlamış toprakların kısır bulutlara; kimseler görmeden avuç açtığı, boyun büktüğü
garip, kimsesiz, yalnız, öksüz, ıssız, sessiz, bağrı yanık, bahtı kara mı kara, kapkara, katran karası bir köy.
İnişli çıkışlı tepelerin arasında, yılan gibi kıvrılan, taşlı, dikenli toprak yollardan kalkan tozları, konfeti gibi
saçlarına yakıştırmış, yapıştırmış, yanık yüzlü insanların, eğer adına yaşamak denirse yaşadığı, soluk aldığı
yoksul bir dünya diyebiliriz.
Güneydoğusunda alımlı, çalımlı hatta kendini beğenmiş, kendini beğenmeyi kendine yakıştırmış Erciyes
var ya! Öyle bir tepeden bakar, öyle bir nazar eder ki eteklerinde sürüm sürünen dağa, taşa, kostak kostak
yürüyen, kasım kasım kasılan insana.
Büyüler, kim olursa nazar etmeye görsün bir çift gözü. Bir çift kem gözü. Hayran, seyran göz de olsa büyüler
adeta. Çünkü Türkiye’de hiçbir dağda olmayan müthiş bir estetik görüntüsü vardır Erciyes’in.
Dedik ya! Efsunlar… Tıpkı ahu bakışlı, ceylan gibi tedirgin, maral gibi ürkek, tıpkı kirpikleri, en keskin ağuya
sürülmüş, rüzgârdan hızlı, yılkıdan özgür oklara benzer bir gelin gibi. Derler ki, ne çatal dilli yılan mesken
tutar Erciyes’i ne çıyan. Ne büllüm bebekler açar baharda, ne kırmızı gelinlikleriyle al basmış gelincikler.
Ne gölgesinde yorgun bir yolcunun uyuduğu, seher vakitlerinde dal uçlarına çiğ düştüğü, koyu yeşil yaprak- 17
ları sürekli çırpınan, sürekli ses veren bir akasya ağacı. Çiçek açmayı bilmiyor da olsa koca çınar. Kokusuz
manolya. Küskün bir mimoza. Şubatta kardelen. Karsız Erciyes’i düşünmek mümkün değil. Onu, ağustos
sıcağında bile karsız ne gören olmuştur ne duyan.
İşte! Böyle muhteşem bir dağdır Erciyes. Şu başından bir türlü çekip gitmeyen, kurşun gibi ağır, kurşun gibi
gri dumanlar, başında hiç dinmeyen, buz kesen yüzüne kırbaç gibi inen rüzgârlar, ansızın kopan fırtına, ka-
sırgalar, patlayan bora, düşen çığ, tipi, inim inleyen kayalıklar, şeytanın deresi, ürkütücü, korkutucu karanlık
ay ışığında son derece gizemlidir. Ve ölümüne yalnızdır her zaman. Çağlar boyu. Dünya kuruldu kurulalı.
Akçakaya’nın o yıllarda tozlu, topraklı, otlu, taşlı, karda kışta, kıyamette balçıktan, tezekten, keven diken-
lerinden, at, eşek, büyükbaş, küçükbaş, bir tek Zümrüd-ü Anka Kuşu hariç tekmil hayvanların kurumuş
tezeklerinden geçilmeyen Akçakaya’nın toprak yolları, Erciyes’e ulaşamaz ama burnunun dibindeki, Kuzey
yanında dikilip duran dağa, Kayseri’nin bu namlı kabadayısına bir solukta ulaşır. Ali Dağı’na. Dağların hasına.
Türkü yakılır ona. Onun türküsünü çığırırlar, sazının, sözünün eri, bağrı yanık, bahtı yanık, gönlü yanık, sesi
yanık namlı yiğitler. Kuşların pervaz vurduğu, dağın taşın sessizce dinlediği, veda etmeden, haber vermeden
kayıp giden bir yıldızın son defa göz kırptığı türküsünü söylerler.
Ali Dağı derler de dağların hası
Koltuğuna çekmiş koca Talas’ı
İndik Hisarcığa yedik kirazı
............................................…