Page 110 - Emir Kalkan Hikaye Yarışma
P. 110

Emir Kalkan Hikâye Yarışması
            çalışmadığından, o herkes dağılana kadar sokakta kalırdı. Çünkü annesi, yalnızca
            hava karardığında ona seslenirdi. O zamanlar kendisine nağmeli gelen sesiyle, daha
            sonradan kimsenin hatırlayamayacağı canlı hâliyle bağırırdı. Annesinin ikinci defa
            bağırmasına gerek kalmadan eve koşardı. Zamanın hızla geçen bir rüzgâr olduğunu
            çok sonraları geriye baktığında anlayabiliyordu. O zaman o sokakta sonsuza dek
            kalacakmış gibi hissederdi. Karda kayarken attığı kahkahalar gerçekken, sokaklara
            çıkabildiği her an olanca gerçek… Eve kapanmadığı her an… Sanki hep oralarda bir
            yerlerde, biraz eksik kalacaktı. Eksik biri… Bu yüzden mi hatırlamadığı hâlde bunların
            etkisini hâlâ hissediyordu?

               Okul yılları boyunca evde yaşadıklarını unutmak için ne kadar çabalamıştı. Nere-
            deyse hiçbir günleri olaysız geçmezdi. Böyle zamanlarda evi terk ederlerdi. Annesi
            babasının kendisini döveceğinden emin, naylon torbalara kıyafetlerini doldururdu.
            Annesi acele ederdi. Annesi üzgün olurdu. O da bir poşete oyuncak ayısını koyar,
            annesinin korkuyla açılan gözlerinden bir şeyler anlamaya çalışırdı. Düşünmezdi.
            Onun bildiği, annesinin söylediği kadardı. Ellerinde evden aldıkları gerekli eşya-
            larla yola koyulur, anneannesine giderlerdi. O zamanlar bir yerden bir yere gitmek,
            ellerinde torbalarla insanların önünden geçmek ona utanç verici gelirdi. İnsanların
            yüzlerine bakmaz, rezil olduğunu düşünürdü. Anneannesine giden yol boyunca birkaç
            kahvenin önünden geçerlerdi. Kahvede adamlar olurdu. Adamlar hep işsiz olurdu.
            Sanki hep aynı adamlar, aynı yerlerde otururdu. Adamlar hep aynı yerde oturur da
            işsizliklerinden güler, annesi bu kahkahaları kendi üzerine alınırdı. Balkonlarda
            çamaşır asan kadınlar olurdu. Kadınlar kendi kendilerine fısıldaşır, annesi bu fısıl-
            tıları kendi üzerine alınırdı. Annesi böyle böyle almıştı sırtına dünyanın yükünü.
            Sonra da çekip gitmek istemişti bu yükü ortada bırakıp; uyku haplarıyla sonsuz bir
            uykuya dalmak istemiş ama başaramamıştı. O ise gitme diyememişti annesine. Çünkü
            onun bildiği annesinin inandığı kadardı. Sadece annesinin ölmesi gerektiği fikrine
            ağlamıştı. Hastanede herkes annesine kızıp bağırırken o, bu başarısız girişime üzül-
            müştü. Anneannesinde kalmaya başlamışlardı o günden sonra. Annesi düşünceli,
            ağlamıyor, konuşmuyor, o canlı sesiyle eskisi gibi dedikodu yapmıyordu. Dedesi ara
            sıra annesine kınayan bakışlarla bakıyor, sinirlenip sofrayı terk ediveriyordu. Dedesi
            çok gülmüyordu. Dedesi çoğu şeye kızıveriyordu. Dedesi kapalı çarşıya götürüyordu
            onu. Babasının almadığı o ayaklı taytı alıyordu. Kitaplarını alıyordu. Harçlığını veri-
            yordu. Ama okulda toplanan dergi parasını vermeye dedesinin de gücü yetmiyordu.
            Mahcup yaklaşıyordu öğretmenin masasına. Öğretmen gözlerini dikip kendisine
            baktığında o, masadaki deftere, öğretmenin para verenlerin yanına koyduğu işaretlere
            bakıyordu. Öğretmen isminin yanına eksi koyup kaşlarını çatıyor, “tamam” diyordu.
            Ağlamamak için kendini tutup sırasına oturuyordu. Öğretmen konuşuyordu, hep
            konuşuyordu. Bitmeyen konuşmasında sık sık: “Benim özgürlüğümün bittiği yerde,


            110
   105   106   107   108   109   110   111   112   113   114   115