Page 176 - Emir Kalkan Hikaye Yarışma
P. 176

Emir Kalkan Hikâye Yarışması
            nıp duruyorum. Ne yediğim yemekten bir şey anlıyorum o zaman, ne de okuduğum
            gazeteden.
               Neyse ki bugün oturduğum yerden, masaların çoğunu, köşedeki çay ocağını,
            benden en uzak noktadaki kapıyı, hatta kapının önündeki taşlığı rahatça görebili-
            yorum. Örneğin, hemen solumda Rıza Bey var. Benden en az on–on beş yaş büyük
            olmasına karşın, benim şu omuzları çökmüş halime inat, sopa yutmuş gibi dimdik
            oturuyor sandalyesinde. Özenle taranıp yandan ayrılmış kır saçları, ütülü gömleği
            ve kravatı, “Ben, emekli öğretmenim.” diye bas bas bağırıyor. Donuk mavi gözleri,
            sessiz bir bilgelik içerisinde, çok uzaklara dalıp gitmiş. Elinden bırakmadığı ince belli
            bardaktaki adaçayından küçük yudumlar alıyor. Müdavimi değil buranın, ara sıra
            uğrar. Fazla konuşmaz. Onun da bir oğlu var, bu sene mühendis çıktı. Akıllı çocuk,
            fakat bizimki kadar değil. Bir de laf aramızda, delikanlının ruhsal sorunları varmış
            diyorlar. Yazık. Daha önemli sıkıntıları varken, Rıza Bey’in bu hikâye yarışmasıyla
            ilgileneceğini pek sanmam.

               Onun yanındaki masada, lacivert okul formalı iki delikanlı oturuyor. Önlerinde üst
            üste yığılı, kenarları kıvrışmış, kapsız kitaplar. Buruşuk bir gazete kâğıdının üzerinde,
            ısırılıp bırakılmış iki simit. Bardaklarda çaylar, yarım kalmış, ihtimal soğumuş. Gençler,
            çenelerini göğüslerine gömmüşler. İyice belerttikleri çipil gözlerini, iki elleriyle sıkı
            sıkıya kavradıkları cep telefonlarının ışıklı ekranlarına dikmişler. Parmakları sürekli
            tuşların üzerinde, gidip gidip geliyor. Ne birbirleriyle, ne de etraflarıyla ilgileniyorlar.
            Arada bir kendi kendilerine gülümsüyorlar. O kadar. Bir çeşit bitkisel hayatta gibiler.
            Dünya umurlarında değil, hikâye yazmak umurlarında olur mu?
               Bizim oğlan lisedeyken, böyle miydi ya? Üç, dört yıl önce gittiğim bir veli toplantı-
            sını, ömrüm boyunca unutamam. Öğretmenlerin önünde sıraya girip, çocuklarımızın
            derslerdeki durumları hakkında bilgi almaya çalışıyorduk. Oğlumun edebiyat dersine
            giren, şık giyimli, sert bakışlı, yaşı geçkince bir hanım, benden önceki velilere çocukları
            hakkında demediğini bırakmadı. Anneler, babalar, alı al moru mor, kös kös çekildiler
            kenara. Sıra bana gelince, çekinerek söyledim bizim oğlanın adını. “Ediz Yalçın.”

               Bu adı duyar duymaz, az önceki çatık kaşlı, nemrut hanım gitti, yerine melek
            yüzlü biri geldi. İçtenlikle gülümseyerek, elimi sıktı. “Sizi en kalbi duygularımla
            tebrik ederim, beyefendiciğim.” Şaşkınlıkla, ağzımda bir şeyler geveledim. “Teşekkür
            ederim, hoca hanım.”
               “Böyle özel bir evlat yetiştirdiğiniz için, asıl ben size teşekkür ederim, efendim.
            Ediz sahiden çok hassas ruhlu, çok kırılgan bir çocuk. Sanata, özellikle edebiyata
            oldukça yatkın, kalemi de kuvvetli. Açıkçası, benim notum biraz kıttır. Kompozisyon
            sınavlarında tam puan alan öğrenci, benim dersimde çok istisnadır. Ediz de onlardan


            176
   171   172   173   174   175   176   177   178   179   180   181