Page 177 - Emir Kalkan Hikaye Yarışma
P. 177

Dinçer Batırbek | Oğlumun Hikâyesi
            biri. Aman, sakın yazmayı bırakmasın. Onda yazar kumaşı var…” Biraz gıpta, daha
            çok da kıskançlıkla bana bakakalan diğer velilerin yanında nasıl gururlandım, nasıl
            koltuklarım kabardı, anlatamam.
               Boynumu esnetirmiş gibi yapıp, bu kez sağımdaki masaya bir bakış fırlatıyorum.
            Bizim pazarcı kardeşler kafa kafaya vermiş, fısıldaşıyorlar. Ara sıra, tedirgin gözlerle
            çevrelerini kontrol ediyorlar. İlanı mı gördüler yoksa? Değil. Onların çekinceleri başka.
            Altılı ganyan dolduruyorlar. Tüyoları duyulsun istemezler, neme lazım, ortak çıkmasın
            hasılata – laf aramızda, daha bir kez bile tutturduklarını görmedim ya. Onların da işi
            olmaz ne hikâyeyle, ne yarışmayla. Şu an tek tasaları var, hangi beygir favori, hangisi
            sürpriz… Okumazsan, böyle at yarışlarından medet umarsın işte.
               Diğer masalardan birkaçı daha dolu. Biri, emekli maliyeci Hasip Bey. Gazetesini açıp,
            çarşaf gibi yaymış bordo kareli masa örtüsünün üzerine. Yakın gözlükleri burnunun
            ucuna inmiş, düştü düşecek. Haberleri, köşe yazılarını, her şeyi okumayı bitirmiş,
            şimdi de vefat ilanlarına göz gezdiriyor. Yüzünde, tanıdık bir isim görür müyüm
            tedirginliği var – yaş ilerledikçe, bu olasılık da artıyor elbet. Az sonra, el çantasından
            tükenmez kalemini bulup, gazetenin ortasından çıkan dev kare bulmacayı çözmeye
            girişecek. Yarışmayı o da görmemiş belli ki. İyi.
               Bir başkasında, akranlarımdan ikisi tavla çeviriyor. Rakibi küçümsemeler, kışkırt-
            malar, alaycı kahkahalar, gırla gidiyor. Ortada yığılı kırık pulların sayısına bakılırsa,
            sakallı olan gözlüklüyü mars etmek üzere. Masadaki yancı da, oyunu kızıştırmak ve
            çayları tazeletmekle meşgul. Ne de olsa, ütülen ödeyecek bütün hesabı.
               Kapıya yakın, bana uzak olan birkaç masada ise, iskambil oyunları dönmeye baş-
            lamış. Ellerinde yıpranmış, üzeri lekeli kartlardan yelpazeler, piştinin, yirmibirin,
            reminin belini kırıyorlar.
               Çift kanatlı, camlı kapı sık sık açılıp, kapanıyor. Koyu tiryakiler, yanında paket
            taşımayan otlakçılar, gündeüçtaneciler, sabahın ilk cigarasını denize karşı, keyifle
            tellendirmek üzere, çaylarını da alıp dışarı akıyorlar. Birkaç dakika sonra, ellerinde
            boşalmış bardaklar ve üzerlerinde acı katran kokusuyla masalarına dönüp, sohbete,
            oyuna, okumaya kaldıkları yerden devam ediyorlar – bizim oğlan, çok şükür, hiç
            alışmadı bu merete.
               Sarışın garson çocuk, elindeki üçgen saplı tepsiyi sallaya sallaya, masaların arasında
            uçar gibi gezinirken, çay ocağının yanında duran radyonun cızırtılı hoparlöründen,
            yanık bir bozlağın nâmeleri doluyor içeriye.
               Kahvedeki hiç kimsenin hikâye yarışmasından haberi olmadığından emin olunca,
            daha fazla duramıyorum burada. Bardağın dibinde kalan çayı bir dikişte bitirip,


                                                                                    177
   172   173   174   175   176   177   178   179   180   181   182