Page 194 - Emir Kalkan Hikaye Yarışma
P. 194

Emir Kalkan Hikâye Yarışması
            çarık giymeyi unutmuştu. Buz kesmiş taşlar, her adımda daha bir eziyetle uzayıp
            gidiyordu sanki. Şimdi mi yüce İsa! Bu kadar erken mi? Yaşanmamış bir hayatın hesabı
            sorulur mu tanrı huzurunda? Hangi merhamet, hangi rahmet eli kıyabilir bu nazik
            ruha? Günaha mı giriyorum? Bir babanın acıyan yüreği gazabını üzerime getirmesin.
            Öyle ise yarlığa tanrım. Adımları hızlandıkça entarisi ayaklarına dolaştı. Tam da
            düşecekken eli duvara yaslanıp destek aldı. Asasını yere attı. Hay aksi şeytan. İnatla
            koşmalı, koşamıyorsa koşarcasına yürümeliydi. Bu karanlık gece sondu belki. Onca
            yıllık bekleyiş bu gece içinse… Eftalia, benim hasta kızım. Ne vardı bu kadar tutkuya
            düşmeyi gerektirecek? İnce hastalığın pençesine düşecek? Yetişmeliyim, bu gece uzun
            bir karanlığın esiri. Belki sabah olmayacak. Güneş yeniden iki doğudan doğmayacak.
            Bu uzun gece sanki hiç bitmeyecek. Nefes nefeseydi odanın kapısını araladığında.
            Karyolada mecalsiz yatıyordu Eftalia. Mumların solgun ışığı altında. Kızının yüzü
            yanan mumlardan daha aydınlıktı. Kızıl saçları yastığa dökülmüş. Bakımlıyken dağıl-
            mış, tarumar olmuş. İri ceylan gözleri. Gözleri daha bir başka güzelken. Hala güzel.
            Gözler yaşlanmıyor, hep genç kalıyor. Gök mavisi geceliği sanki bulutlanıvermiş,
            daha, daha bir kar beyaz mı ne? Kıpkızıl saçları, okşamaya kıyamadığı o bukleler daha
            bir karanlık gibi. Kararan kaşları daha bir ince. Narin bedeni daha bir halsiz. Zayıf
            düşmüş servi dalı sanki. Uzansa, dokunsa kırılacak. Yirmi beşinci yılını geride bırak-
            mış bir kıza benzemiyor, hiç hem de hiç. Daha çok on dördünde, evet, daha ayın on
            dördünde bir fidan. Yaşayamadın kızım, dokunamadın umuda, uzanamadın hayat
            meyvesine, diyecek oldu. Yutkundu. Meyve yasaktı. Ona uzanmak, affedilmeyecek
            en büyük günahtı. Öyle miydi gerçekten? Ya kadın ve erkek, Âdem ve Havva bunun
            için, sırf o meyveye uzansınlar da bir hikâyenin ilk adımı bu hata olsun, diye yaratıl-
            mışlarsa? Kim bilebilir ki? Tanrının işi. Tanrım, dedi içinden yaşlandıkça konuşacak
            yerde suskunluğa bürünüyorum. Ne oluyor bana? Acıyı mı, sessizliği mi bir zırh gibi
            üzerime giydim. Neyle savaşmalıyım peki? Seninle mi? Kızımı elimden alıyorsun, bir
            yanımı. Küçük bir neşter. Keskin bir neşter vuracaksın ve yaram hep acıyacak gizli
            gizli, aşikâr aşikâr; hep üşüyecek ayaz ayaz, bahar yaz. Solup giden bir yaprak dalından
            düşerken… Düşecek biliyor, çünkü sararıp solmuş. Kuruyor içten içe. İçinde gözleri-
            nin. İçten içe. Feri sönmüş, kaderine teslim olmuş. Nasıl da bir ur gibi, yok bir ben
            gibi. Kara bir leke. Var işte, orada o kara leke… Bir sarmaşık tohumu. O nüve, o tohum
            filiz verdi de büyüyemedi, büyüdüyse de bodur kaldı, saracak, sarılacak bir ağaçtan
            mahrum. Tanrım, sevilmeden, sevdayı gönlünde taşıyarak sana gelecek. Onu sen sev.
            Sevgi senin, senden işte. Bu kuzuna merhamet etmeyecek misin? Çok yaşadım, daha
            da yaşatacaksın. Yaşatma, al ömrümü, yavrumun, bir yarımın, bir yanımın ömrüne
            yaz. Bu yaşta ölüm, bir veda değil, çile. Çile çekeceğim bir yalnızlığa mahkûm mu
            kalacağım artık? Nasıl dayanırım? Yaşlı, titrek ve nasırlı elleriyle tazecik ele uzandı.
            Sıcak mı soğuk mu? Eli sıcacıktı kızının, çünkü genç kalbi böyle harlı ocak gibi kay-



            194
   189   190   191   192   193   194   195   196   197   198   199