Page 196 - Emir Kalkan Hikaye Yarışma
P. 196
Emir Kalkan Hikâye Yarışması
önce odayı dolaşıyor. Ağır perdeleri havalandırıyor. Yere düşen kandil söndü. Mum
yanmaya devam ediyor. Titrek alevi yalpıyor. Gölgeler taş duvarlarda oynaşıyor.
Mumun alevi söndü sönecek. Eftalia, son arzum, derken rengi solmuş dudaklarından
inci gibi dökülen sözler, önce tatlı mı tatlı çiseleyen yağmura, sonra yalım alevleri
göğe aşan kavurucu semum ateşe, derken gökten tanrının gazabı dehşetli mi dehşetli
kasırgaya dönüşüyor, Surp Kirkor yalnızca susuyordu. Yaşayamadığı hayata yorgun
gözlerle veda ederken bir azize gibi her şeyi bağışlıyordu Eftalia, babası dâhil her şeyi:
Tanrı beni her halimle huzuruna kabul edecektir baba. İlk Rüya Şah Rumi, yavaşça
çıktı sedir yatağından. Sultaniye Medresesinin tek kubbeli sekizgen kasnaklı odasında
dönüp durdu. Şaşkındı. Nasıl bir rüyaydı bu böyle? Nasıl bir rüya ki… Tuhaf, dedi,
Allah hayırlara tebdil etsin. Olacak iş değil. Üstadım Piri Baba’nın medrese arkadaşı,
can yoldaşı. Kaderdaşı. Rüyasına girip… Ne zamandır Piri Baba’yı ziyarete gitmediğini
hatırladı. Kare mekânlı, tek kubbeli türbesi mahzundu belki de. İki gözlü revak kıs-
mının duvarlarını kendi eliyle örmüştü. Güney cepheden bir pencereyle aydınlansın
kabrim, demişti. Ah Hoca Yesevi’nin nazlı çiçeği! Mana âleminde o gece Rum diyarını
işaret etmişti Şah Yesevi. Sayram şehrinden sevinçle çıkmışlardı yola. Yesevi tekke-
sinde Hacı derviş derlerdi Hünkâr Bektaş’a. Yesi, nefesiyle bu topraklara bahar müj-
deliyordu. Diriliş yakındı, bozkırda uyanış vardı. Açıyordu çiçekler demet demet,
güller deste deste. En son köyündeyken rüya görmüştü. Şimdi bu gece. Kalk, diyordu
Hacı. Bu gece uzun bir gecedir. İki güzel yolcumuz var. Bir gelecek sana, diğeri gide-
cek senden. Kalk Şah Rumi. Gidecek olanı uğurla. Gelecek olanı karşıla. O, bizdendir,
bizimdir. Piri Baba hayatta olsaydı, ona koşardı. Zeyniye tarikatını kurmasını öğütle-
yen zatı muhtereme, hocasına. Nedir bu rüyanın hikmeti, derdi. Ancak siz çözersiniz
şahım! Duvarlar üzerine üzerine çökünce… Odası dar gelip de ruhu daralınca eyvana
çıktı. Açık havada kendine gelir, daha iyi düşünürdü. Gece koyu karanlıktı. Ayaz bıçak
gibi kesiyordu. Avluda bir sağa, bir sola gitti geldi. Yıldızsız ve aysız gecelerin bir
uğursuzluğu olduğuna inanırdı. Daha gecenin yarısıydı. Belki ay doğar, yıldızlar
çıkardı. Eyvanı süsleyen havuzun kenar taşına oturdu. Suya baktı. Elini suya soktu.
Çok soğuktu. Suda üç alabalık ağır aksak yüzüyordu. Odasına dönerken seslendi.
Cafer! Sesi avluda yankılandı. Cafer! Kapı gıcırdadı. Uzun boylu bir gölge önünde
durdu. El bağlayıp hürmetle ses verdi. Buyur Dede. Gel hele. İki revaklı taş duvarlar
ayazı kesmeye yetmiyordu. Cafer, üşüyen ellerini ovarak ağır adımlarla kapıdan içeri
girdi. Sırlı duvarlar, mum ışığıyla aydınlanıyor, gölgeler sanki iniltiyle soğuk duvarlara
düşüyordu. Bağdaş kurdu Şah Rumi. Kandilin tutuşmaya başlayan isli aleviyle yüzü
aydınlandı. Gözleri yerdeki desenlere takılmıştı Cafer’in. Sen uyumadın mı Cafer?
Uyumadım efendim. Niye evladım? Şahım! Müsaadeniz olursa… Gitmek dilerim.
Nereye? Payitahta! Neden evladım? Gitmeliyim. Başka türlü ruhum daralıyor. Gün-
lerdir içimde bir acı var. Sanıyorum ki ancak gidersem, yollara düşersem biraz olsun
196