Page 106 - hnc_hikaye_yarismasi
P. 106

Hasan Nail Canat Hikâye Yarışması

               Yüksek arkalıklı iskemlesine sıradağlar kadar geniş gövdesini yaslarken, rah-
            lesine eğdiği başıyla, huşu içinde, dudaklarından Kur’an-ı Kerim’in lirik heceleri
            dökülürken, uzun, çok uzun boyu ve bir devi andıran cüssesiyle bir sabah bile
            aksatmadığı tütün kolonyasını boynuna damlatırken yahut cigarasını sımsıkı
            kenetlediği dudaklarına kıstırırken hep babayı izlerdi Osman. Baba ki onun
            küçümen Tanrısı: Her dileğine cevap verebilecek kudrete sahip olmasına karşın
            hiçbir dileğini duymayan. Nimetleriyle sevindiren, gazabıyla ürküten. Dördüncü
            karısının en küçük oğlu olduğundan mıydı, babanın oğlu olma sırasının bir
            türlü gelmeyişi, yoksa babanın küçümsediği şairlik çabasından mı, bilmiyordu.
               Öğle paydosunda, köylü sabah ezanından beridir koyulduğu hasat toplama
            işine ara verir, yemek vakti gelirdi. Kadınlar merdaneleri çıkarır, o sıcağa rağmen
            bıkmadan, usanmadan yaktıkları ateşlerle yufka açarlardı. Helkelerde köpüklü
            ayranlar çalkalanır, kızgın bakır sahanlarda erittikleri tereyağının cızırtısı,
            birörnek giyinen çocukların cıvıltısına karışır, tencerede ağır ağır pişen bulgura
            kan kırmızısı domatesleri küp küp doğrayan kadınların paçalıklarına pıtıraklar
            yapışırdı. Soğanı sımsıkı bir yumrukla ezmek, parçalamak gerek. Kesmek olmaz,
            acısı içinde kalır. Acısı gitsin ki yufkaya şöyle bir sarıp ısırınca tadı çıksın.

               Onlar yufkaya soğan sağar, dumandan buğulanan tahta kaşıkları daldırırdı
            bulgura, ağa ve kadınları içeride, sabah kestikleri kuzunun yağlı etini yerdi.
               O büyülü ana, yaz mevsiminden fışkırırken oluk oluk yaşamak, yaşama
            isteği, babanın üçüncü lokmasını çiğnemesine rastlamıştı ona “ağa” deyişi
            Osman’ın, saymıştı.
               Köylü canını dişine takmış harala gürele çalışmaya koyulurken, kuzu etini
            mideye külliyen indiren babaya “Ağa” dediği an, babanın yüreğindeki sıcak,
            sımsıcak sulara uzanan sırlı bir dehliz keşfetmişti, onun o çetin yüz ifadesinden
            bir gülücük koparmanın haritası. Demek ağa, baba olduğunda bir şeyler yitiri-
            yor görkeminden. Oysa ikisi başka değil miydi? Ağa olmak başka, baba olmak
            başka. Ne birbiri yerine geçer, ne tamamlar birbirini. Peki, kimin umrunda? İşte
            bakmamış mıydı ona sımsıcak? “Oğlum” der gibi bakmıştı, “Söyle oğlum.”
            İyi bilirdi bilmediği bakışları Osman. Babasının sevgisini kazanmanın yolunun
            ona ağa gibi hürmet etmekten geçtiğini anladı, onun ağa olduğunu bilmekten.
            “Baba” ve “Ağa” sınırını tam olarak kavrayamasa da “Ağa” olmanın “Baba”
            olmaktan daha mühim bir mesele olduğunu saptamıştı. Kuzu eti ve bulgur




            106
   101   102   103   104   105   106   107   108   109   110   111