Page 240 - hnc_hikaye_yarismasi
P. 240

Hasan Nail Canat Hikâye Yarışması

            Sonra şişleri taktı tekrar örmeye başladı. Dalgalı ipler ördükçe düzeliyordu.
            İlk ördüğünden farklı değildi. “İçimi sökseler sonra tekrar örseler ilki gibi olur
            muyum?” diye düşündü. Sökülmüş yerlerimin dalgalı ipleri düzelir mi acaba?”
               Yağmur çiseliyordu. Bahar yerine oturana kadar yağmurun böyle ara ara
            atıştırması adettendi sanki. Şimdi dükkanında olsaydı küçük radyosunu açar,
            şöyle demli çayını ince belli bardağına koyar, pencere kenarına yerleştirdiği san-
            dalyesine oturur, yağmuru seyrederdi. Allah’ın en büyük nimetlerindendi yağmur.
            Bir de kitap alırdı raftan. Defalarca belki sayfalarını çevirmiştir, okumuştur
            da ama… Öksüzlüğünü unutturmalı ara ara eski kitaplara. Sayfaları açılmalı,
            yaprakları okşanmalı. Belki satır aralarında unutulmuş bir hikayesi dinlenmeli.
            Ağaca baktı. Dallarına rahmet dokunan bir ağaç elbette şükrederdi. Keşke daha
            yakınında olabilseydi. Belki bir yerinden, gövdesinin bir kıyıcığından yaşama
            dair bir işaret vermişti. Uzaktı, göremiyordu. Yarın sabah Ayşe’ye kendisini
            ağacın yanına götürmesini isteyecekti. Tekerlekli sandalye vardı nasılsa odada.
            İkisi de yorulmazdı. Ağacın yanına gidip ona dokunmak istiyordu. Muhakkak
            bir yerinden tomurcuklanmış, filizlenmiş olmalıydı. Cemrelere az kalmıştı.
            Yağmur yağıyordu. Toprak güzeldi. Yarın ağacın yanına gideceğini düşünmek
            o kadar iyi gelmişti ki ona. Ağaç insan olsaydı, kitaplarını ona emanet etseydi.
            Ondan emanet alınanı ona geri verseydi. Uzaktan da olsa dallarının inceldiğini
            görebiliyordu. Hani insan yaşlandıkça eli kolu, bileği güçsüzleşir, erir, incelir
            ya… Muhakkak ağaçlarda da aynı şey oluyordu. Öncesi mutlaka ihtişamlıydı bu
            ağacın da. Şimdi o bir hastanenin bahçesinde, kendisi de onu gören bir hastane
            odasında… İnsanlarla ağaçlar birbirlerine benzerdi. Ağaçlarla insanlar eninde
            sonunda birbirine karışmaz mıydı? Karışırdı. Hep bir şeyler bir şeylere benzerdi
            muhakkak. Keşke çocukları eski kitapların o eşsiz kokusunu sevmiş olsaydı.
            Karısına baktı. Elindeki örgüyü dizlerinin üstüne bırakmış, gözlerini kapatmış,
            uyukluyordu. Hayatta kaç kişi birlikte yorulurdu böyle. Minnetle karışık bir sevgi
            doldurdu içini. Kendini çok iyi hissediyordu. Kalbi güçlenmişti. İnsanın önce
            kalbi güçlenmeliydi zaten yaşamak için. Kalbi güçlenirse bedeni de güçlenirdi.
            Kalpteki her şey bedene, benliğe, akla, yaşama akardı. İyilik, kötülük, umut,
            aşk, hüzün… Sabah yağmur yağsa da yalancı çınarın yanına gidecekti. “Neden
            çınara özenmiş ki. Değer mi bunun için ömrünce yalancı mührünü taşımaya.”
            Muhakkak bir yerinde bir filiz yeşermişti. Sanki o filizi görüverse… Çocukken
            yaptığı oyun aklına geldi. “Siyah kedi geçerse beş dakika içinde önümden annem




            240
   235   236   237   238   239   240   241   242   243   244   245