Page 32 - hnc_hikaye_yarismasi
P. 32

Hasan Nail Canat Hikâye Yarışması

            yırtılıvermişti. Yırtığın boşluğundan burnuna hâlâ buram buram bir ıhlamur
            kokusu geliyordu sanki. İlk kez yırtık bir şey giymiyordu elbette, ama bu kez
            canı sıkıldı düştüğü bu duruma. İşte her şeyi başlatan yırtık, o yırtıktı. Ben
            gördüm. O sırada sıkıca tutunmuştum. Bir an keyifsizleşti Kâmrân Bey. Dairenin
            karşısındaki kasabın camında kendi yansımasını gördüğünde, işte tam o anda
            nereye gideceğine karar verdi. Yönünü hemen değiştirdi ve kararlı bir şekilde
            yürümesine devam etti. Adımlarını hızlandırdı, yolda hiç kimselere bakmadı.
            Yanından geçene, kolundan çekene, dilenciye esnafa, zabıtaya memura, kediye
            köpeğe, taşa çamura aldırmadı.
               Tedirgindi. İçeri girdiğinde bunu hemen anlamıştı Terzi Niyazi. Ne de olsa
            uzun zamandan beri tanırdı Kâmrân Bey’i. Çocukluğu elinde geçmişti. Sünnet-
            liğini kendi hazırlamıştı. Okul müsameresindeki Osmanlı Nazırı kostümünü,
            okuma bayramındaki Deniz Piyadesi üniformasını da. Ne utanmıştı ama. Birkaç
            bayramlık kıyafet, bir de onuncu doğum günü için bir kruvaze ceket daha vardı
            diktiği. Ne yakışmıştı ama. Memuriyete başladığında giydiği ilk takımı da o
            dikmişti. Yirmi iki yaşında bıyıkları bile terlememiş gencecik bir delikanlıydı o
            zamanlar. Babasının gölgesinde kalmış fiziğini, ayak uçlarına çevrilmiş başını,
            limonla bastıramadığı sert ve dik saçlarını hatırlardı hâlâ. Mahcup gülüşünü.
            Omuzları babasından düşüktü, beli ince, baldırları kalıncaydı. Ensesi zayıftı
            ve gölgesi babasının gölgesi altında kaybolurdu. O büyük gölgeye bakar bakar
            dururdu. Hep aynı yere. Hep sessiz. Ama bu sefer konuştu Kâmrân Bey. Uzun
            uzun, seneler öncesindeki gibi değil, babası Mütehassıs Raci Beyefendi’nin oğlu
            gibi değil, sümsük Kâmrân gibi değil, Kâmrân Bey gibi konuştu. Kumaşları
            istedi. Önüne serdirtti; gabardini vardı, kaşmiri, jüponu, kaşesi. Hepsine baktı.
            Hiçbirini beğenmedi, yenilerini istedi. Yetinmedi, ithallerini getirtti. Astarını seçti.
            Modelini beğendi. Provalıkları giydi giydi, değiştirdi. Etek boyuna, manşetlerine
            karıştı; omuzlarına, yakasına, ceplerinin şekline baktı. Düşündü, düşündü karar
            değiştirdi. Düşündü ve tekrar tekrar karar değiştirdi. Sonra,

               ‘İşte şimdi tamam’ dedi. Dedi ama yetmedi.

               O gün evine gittiğinde nenesini buldu karşısında. İki büklüm olmuş, kuzine-
            nin başında zar zor ayakta durarak bakır kapta kaynattığı kapuskanın koku-
            sunu almadı Kâmrân Bey. Yemek sonrasında odun sobasının yanına kuruldu.
            Bacaklarının üstüne battaniyesini serdi, yün terliklerini giydi. Nenesinin sobanın
            üstüne attığı kestanelerin kızarmasını seyretti, maşayla çevirmesini inceledi.



            32
   27   28   29   30   31   32   33   34   35   36   37