Page 117 - Emir Kalkan Hikaye Yarışma
P. 117

İsmail Çevik | Dünya Ertesi
            bu belki sevinilecek bir şey bile değildi şu durumda, ama elimden ne gelirdi ki ben
            daha sekiz yaşındaydım.
               Her olumsuz şeye karşı bahane edip sorumluluğundan kaçtığım yaşım bir gün
            gelecekti ki artık bahaneden sayılamayacak kadar büyük görünecekti. Bu, annemin
            dediğinin olup artık köyden çıkmamız gerektiğine abimle kesin kanaat getirdikleri
            güne denk geliyordu tam olarak. Tam olarak işte o gün büyümüş oldum ben. Yaşım
            sekizdi henüz belki ama artık büyümüştüm. Büyümeyi, arkadaşlarımı yolcu ettiğim
            toprak yolun tozunu, dumanını yutarken anlıyordum ve yine ilk o zaman onların artık
            benden daha büyük olduğunu kabul ediyordum.
               Köyden ayrılalı iki gün olmuştu. Abimin dediğine göre köyü çoktan basıp, yakıp
            yıkmışlardı. Bunları söylerken annemin gözleri dolmuştu. Evimiz için üzülüyor
            olmalıydı ya da duvarda unuttuğu aile resmimiz için mi? Bu fikir aklıma yeni dank
            etmişti. Hayretle duraklamış, ancak büyüklerin anlayacağı bir şeyi fark ettiğim için
            şaşırmıştım. Daha sonra ki zamanlarda abim her kötü şeyden bahsedince ben daha iyi
            anlamaya başladım üzünülen şeyleri. Hem büyüklük bunu gerektirirdi. Gündüzleri
            kısa molalarla beraber durmadan yürüyorduk geceleri ise bulursak bir ağaçlığın altında
            birbirimize sarılarak uyuyorduk. Annemin dizinde kaç defa uyumak istediysem de
            artık o rahatımızın olmadığını düşünüp vazgeçtim. Bundan sonra da annemin dizinde
            hiç uyuyamadım. Ya kısmet olmadı ya da bende istek. Henüz sekiz yaşındaydım ama
            durmadan yürümek ve susamak bütün isteğimi emmiş, bitirmişti. Geceyi dört gözle
            bekliyordum hemen uyumak için. Yer olsun, kaya olsun, ağaç kovuğu olsun hiç fark
            etmezdi. Canım neredeyse hiç oyun çekmedi yol boyunca. Aklıma gelmedi bile desem
            yalan söylemiş olmam. O zaman benden önce giden arkadaşlarım için de sevinmiştim
            yol boyunca beni hatırlayıp üzülmemişlerdi oyun oynayamadıkları için.

               Derimizin güneşten yandığı, dilimizin susuzluktan dilimlendiği, saçlarımızın
            kirden bitlendiği ve artık kemiklerimizin açlıktan sayılır hale geldiği bir günün öğle
            sıcağında Türkiye’nin adını okuyamadığım, girişinde ellerinde suyla duran askerle-
            rin bulunduğu bir sınır kapısından içeri adımımızı atmamızla kendimizi hararetlice
            içilen su şişelerinden dökülen sularla ıslanmış toprağa bırakmamız bir oldu. Tam bir
            keşmekeş. Herkes dağıtılan su şişelerinden alabilmek için çırpınıyordu…
               Susuzluk hiç bu kadar acı vermiş miydi acaba oradakilere?
               Su içince harareti dinip az da olsa kendine gelenler kendilerini sırayla tedavi eden
            beyaz önlüklü bir doktor tarafından ağızlarının ve gözlerinin içine bakıldıktan sonra
            kalacakları çadır kente önceden hazırda tutulmuş arabalarla gönderiliyorlardı.





                                                                                    117
   112   113   114   115   116   117   118   119   120   121   122