Page 98 - Emir Kalkan Hikaye Yarışma
P. 98

Emir Kalkan Hikâye Yarışması
            çöller, dilsiz adalardan bazen zorla yağmayla, bazen de bedelini ödeyerek getirdikleri
            ender hazinelerden küçük bohçalar sunarlardı ışığı yöneten fenerciye. Çiğnenmedik
            toprak, tadılmadık meyve, kirletmedik döşek bırakmayarak kararttıkları ruhlarını bile
            bağışlama yüceliği gösterdiği için Tanrı’ya şükrediyorlardı aslında.

               İşte Kürekçi’nin fener odasında muhafaza ettiği böylesine kıymetli bir hazineydi.
            Odadan biraz tütün, sonra pastırma, zeytinyağı alan Balıkçı, karşılığında hâlen titre-
            mekte olan uskumrulardan yarım kova boşalttı. İstese bütün fener odası onun olabi-
            lirdi. Kürekçi gelmeden evvel gecenin sisini kendisi aydınlatıyordu. Ama şimdi fener
            işini bırakacağı bir genç çıkmıştı ortaya. Ve o artık yalnızca Balıkçı olmak istiyordu.
            Sabah işe çıkıp öğlen olunca fenerde mola vermek, ihtiyacı olan erzakları toparlayıp
            biraz daha olta titretmeye karar vermek, sonra çıkınındaki yeni ve türlü lezzetlerin
            cazibesine aldanıp sahilden iki yüz metre içeride, üzerine dikenler serpilmiş kulü-
            besine koşturmak. Fenerden ayrılınca hayatı işte böyle dolmuştu. Bu yüzden ışığa
            dönmeye niyeti yoktu.

               Sudan korkan yaşlı Balıkçı’yı kulübesinden, akşama dek alnından burnuna tıp tıp
            düşen ter damlalarını serin rüzgârlara sildirmek isteyen yetmişlik Kuyumcu’yu dük-
            kânından buraya getiren ortak bir heves vardı: Çay. Genç Kürekçi’nin hazırladığı çay.
            Gemisi tarafından fenere bırakılmadan önce Kaptan ona bir çuval çay hediye etmişti.
            Her günün ortasında özenle çay kaynatır, davetsiz ihtiyarlara sunardı. Çaylarını usulca
            içip bitirince söz vermelerini isterdi: Kimse fenerde çay olduğunu bilmeyecekti. Gün
            rengi sıcak suyu, abı hayat gibi herkesten kıskanan Kuyumcu ve Balıkçı tereddüt
            etmeden “Söz” der ve biraz evvel içtikleri şeyin adını da kendisini de unutuverirlerdi.
               Yine söz verdiler, unuttular ve çene yarıştırmaya giriştiler.

               On aydır sırf gözlerinin zayıflığını telafi ettikleri için katlanmıştı bu iki vızvızcıya.
            Şimdi ise ne sorsa “Bilmiyoruz,” diyorlardı. “Ne zaman varmış limana?” “Bilmiyoruz.”
            “Feneri görmüşler mi?” “Bilmiyoruz” “Mürettebat eksiksiz mi? Hasta var mı?”
               Diğer gemilerin kaç yelkenli, kaç direkli olduğundan tut da gemicilerin bilmem
            hangi adalardan getirdiği tavus kuşlarının renkli tüylerine, kaptanların kendilerine
            ayırdığı kadınların boyunlarındaki benlere kadar her şeyi dimağına kazımış bu uyum-
            suz ikili, iş Kürekçi’nin gemisine gelince sus pus oluyordu.
               Beşinci günün gecesi Kürekçi, bir hafta bekleme kararından caydı. Tan ağarırken
            fener odasını sımsıkı kapayıp hanın yolunu tuttu.
               “Uyuyordur. Olsun. Bekleyeceğim. Öğlene kadar bekleyeceğim, ortalıkta görün-
            mezse toz olur, izimi kaybettiririm,” diye geçirdi içinden ayaklarını zorla yere vururken.




            98
   93   94   95   96   97   98   99   100   101   102   103