Page 24 - kayseriden_kopan_turku
P. 24

Ve anılar…

                          Üç yıl…
                          Basar kara bağrına Hanım Gelin yavrusunu ve düşerler bir kağnı üstünde Akçakaya yoluna. Baba evine. Son
                          defa bakar döndürüp başını Hanım Gelin. Son defa bakar al yazmalı gelin, iki katlı, kara taşlı, kara bahtlı
                          eve. Gidiş o gidiş olur.
                          Ahmet Gazi Ayhan’ın anne tarafından dedesinin evi, küçük, eski, sırtını bir tepeye vermiş, dar sokakların
                          birinde, buram buram kasvet, yoksulluk, yalnızlık, kimsesizlik kokan bir evdir. Aslında Akçakaya ile Zincidere
                          arası çok yakındır. Akçakaya’nın Kayseri’ye 12, Talas’a 5 kilometre uzaklıkta, Talas’a bağlı bir köy olduğunu
                          da bu arada belirtmekte fayda var sanırım.

                          Hanım Gelin, oğlu Ahmet Gazi ile birlikte baba ocağına döndükten sonra, çile, eğer kozasını örmeye başla-
                          mışsa, yakmadan, yıkmadan, kırmadan bitirmeden, tüketmeden meğer öyle kolay kolay bırakmaz. Köy yeri
                          derler. Laf, söz çok olur derler. Elin ağzı torba değil ki büzesin derler. O zamanın şartlarında dul bir kadının
                          yaşadığı eve er kişi girdi mi, baban da olsa, kardaşın da olsa söz ederler. Eri ölmüş kadın kısmı demek, bil-
                          mem hangi uçurumun kenarında açmış çiçek demek olarak bilinir. Köyün yaşlıları, hatun kişi nikâh altında
                          ölmesi gerektiğini özellikle Hanım Gelin’in anasına söylerler her fırsatta. Babasız büyüyen bebenin adan
                          olmayacağını sık sık tembihlerler. Ne olur? Hanım Gelin bunları duyar ama netsin, neylesin her daim? Üstelik
                          oğlan bebesi bu? Kız bebesi değil ki koyduğun yerde otursun. Ahmet, evlerinin önünde çelik-çomak oynar.
                          Yalnızca evlerinin önünde mi uslu bebeler gibi? Ne gezer. Başka yerler de oyun onun için.
                          Sonunda Akçakaya’nın ulu babaları, ulu anaları. Eş dost, hısım, akraba girerler araya ve aslı muhacir, Arna-
             24           vut göçmeni olan yetmiş yaşındaki köyün bakkalı için dünür düşerler Hanım geline. Hanım Gelin çaresiz

                          kalır. Kara bağır, katran karası olur. Kara saçlarına ak düşer. Sonunda boyun büker alın yazısına ve razı olur
                          kendisinden çok büyük köyün bakkalı ile evlenmeye. Zaten o devrin şartlarında genç kızların, dul kadınların
                          bu bağlamda, üstelik harp yıllarında söz söyleme haklarının olmadığını düşünürseniz, kadıncağızın yavrusu
                          Ahmet Gazi uyurken, seher vakitlerinde, kimse görmeden siyim siyim gözyaşı döktüğüne hak verirsiniz. Bir
                          bebesiyle baba ocağını da terk ederek koca evine yerleşir.
                          Yetmiş yaşında bir adamdır köyün bakkalı. Akçakaya toprağında hızla büyüyen, gelişen adeta delişmen bir
                          tay gibi dağ, taş, tepe seken Ahmet, kendisini ara sıra el ağrı için kucağına alan üvey babanın kucağında üşür
                          hep. Nedenlerini bilemez anlayamaz ve her zaman korkar üvey babasından. Hayal meyal hatırladığı aslın-
                          da hatırlamayıp anacığından öğrendikleriyle hayalinde resmettiği, yakıştırdığı uzun boylu, kaytan bıyıklı;
                          “Oğlum” derken hançeresi paramparça olan adamın verebileceği sıcaklığa benzer bir sıcaklığı hissedemez.

                          Çatık kaşlı, asık suratlı bir adamdır üvey baba. Kocaman nasır tutmuş elleri vardır.
                          Baba bilir Ahmet anasına yâr olanı. Onun bakkal babasıdır.

                          Sanatçımız Yıldız Ayhan, eşi Ahmet Gazi Ayhan’ın kendisine anlattığına göre üvey babası kendisini “ Hazır
                          Uğlan” diye çağırırmış. Uzun bir sopası varmış ve bazı zamanlar Ahmet Gazi de bu sopanın tadına bakmış.

                          Ahmet Gazi Ayhan, her köy çocuğu gibi çelik-çomak oynamayı çok severmiş. Kafayı öyle bir çalıştırırmış ki
                          oyunda hep birinci olurmuş. Büyük kızı Nurdan Hanım, babasının çocukluk yıllarındaki en büyük zevkinin,
                          yine babasının anlattığına göre köye gelen ve akşam bir evde saz çalıp hikâye, masal, destan anlatıcılarını
                          dinlemek olduğunu söylüyor. Yedi yaşından beri tutkunmuş masal anlatıcılarına. Onların anlattıkları ma-
                          sallar, hikâyeler, güldürücü sözler, kahramanlık destanları bir bir yazılırmış beynine. Ayrıca doğadaki sesler
   19   20   21   22   23   24   25   26   27   28   29