Page 25 - kayseriden_kopan_turku
P. 25
onun her zaman ilgisini çekermiş.
Özellikle karanlıkta, Ali Dağı’ndan kopup gelen, taş zeminli küçücük odanın bir köşesine serilmiş yer yatağın-
daki, gözü kör olasıca, o bir türlü bitmek bilmeyen yokluğun eseri, yamalı şiltenin altında, korkudan kan-ter
içinde kaldığı karayelin, uğursuz, ıslık üstüne ıslık çalan sesi ve meltem rüzgârların; kavak ağaçların, asırlık
çınarların hatta ceviz ağaçların yaprakları arasında gezerken garip, tuhaf adeta bir şeyler söylemek, anlatmak
isteyen hışırtılarını dinlermiş uzun uzun. Soğuk, karlı, uzun kış gecelerinde Ali Dağı’nın eteklerine kadar
inen aç kurtların ürkütücü, korkutucu ulumalarından, çakal seslerinden, köpek havlamalarından korkarmış.
Ama Ağustos böceklerinin sıcak yaz gecelerinde çıkarttığı bitmez, tükenmez seslerden çok hoşlanırmış.
Hatta kargaların, kurbağaların, gece yatmayı, sabah kalkmayı bilmez ama kostak kostak yürüyüp kendi
çöplüğünde ötmeyi iyi beceren çil bir horozun, iri şehla gözlü ineklerin, sesini hamamda bile dinleyememiş
dayak azgını boz eşeğin. Azgın, mart kedilerin delirten sesleri bile onun ilgisini çekermiş.
Ne zaman masmavi gökyüzüne özgürlüğe pervaz vursa, hayranlıkla bakakaldığı yabani güvercinlerin takla
seslerine şaşar kalırmış. Bazı geceler, başka yer yokmuş gibi toprak damlı evin bacasına tüneyen adı baykuş
da olsa, adını koyamasa da uğursuz kuşların, uğursuz ötüşlerini bile dinlermiş gecenin bir yarısı.
Ama en çok annesini dinlermiş Ahmet Gazi. Onun söylediği ninnileri, manileri, ah! O ciğere kan gibi dü-
şen, kim bilir kimin, yangın, yaralı, belki de hâlâ kanayan hangi yüreğin, ciğerin en gizli köşesinden çıkmış,
yanmış, yakılmış Kayseri türkülerini.
Çam kozaları, Ali Dağı’nın eteklerine yuvarlanırken, hiç görmediği, hiç bilmediği ama derdinin ummanları
doldurduğuna inandığı çobanın sinesinde ses veren, susuz bir kamıştan yapılma kavalın feryatlarını dinlermiş
mehtaplı yaz akşamlarında. Üstelik karanlıkta içten içe yanan ateş böceklerin sessiz çağrısında, kaymadan, 25
akmadan önce son defa göz kırpıp duran yıldızların altına uzanarak. Yıldızları seyredermiş saatlerce. Onlara
nasıl ulaşabileceğini düşünür, akşamüstleri kırlangıçlarla birlikte çığlık çığlığa özgürlüğe kanat vurmak,
anasını da alıp bir şeylerden, kaçıp, kurtulmak istermiş.
İlkin kaval çalmayı öğrenir Ahmet Gazi. Üvey babasının bakkal dükkânındaki kamıştan yapılma kavallardan
birini alır, evirir, çevirir, deliklerini sayar, kavalın diline bakar ve kimseden görmeden, kimseden öğrenmeden
çalmaya başlar. Anacığından öğrendiği Kayseri türkülerini söyler kamış kavalların yanık sesinde.
Ama bir şey var ki onun daha fazla ilgisini çeker. Telli saz diyorlardır adına. Bağlama diyorlardır, hayal meyal
hatırladığı, hatırlamaya çalıştığı, babası, atası Sarı Efe’nin bağrına yâr gibi basıp, kolunu tutup, parmaklarını
tezeneye dokunduğunda tellerden çıkan seslerin taaa uzaklara, Ali Dağı’na, Erciyes Dağı’na kadar rüzgârların
sırtında gittiği telli bağlamadır adı. Anacığının, suyun akışına benzer sesinden başka, gördüğünde kalbinin
yerinden fırlayacakmış gibi attığı, sapına olsun dokunmak isteyip dokunamadığı, yüreğinin ateşiyle ısıttığı
yün kırpıntısı yatağında, düşlerini süsleyen bir bağlamanın, tellerinden adeta bir çığ gibi kopup gelen, bir
damla gözyaşı gibi dökülen nağmeler büyülüyordur Onu.
Bir de, her gün gidip geldiği ilk mektepte bulunan o eski, kilise çalgı aleti.
Sanatçımız Ahmet Gazi Ayhan, bununla ilgili anılarını şöyle paylaşır ailesi ile:
“ Org diyorlardı adına. Duymuştum sesini birkaç defa. Nasıl çalınır, nereye basılır sürekli düşünürdüm. Uzak-
lardan delici bakışlarla seyrederdim. Her gün. Ne zaman anamın bezden diktiği çantayı koltuğumun altına alıp,
ayağımda kapkara, soğuk, izi, ayaküstüne çıkan lastik ayakkabılarla, Zincidere’deki eski bir kiliseden bozma, sağı,
solu tamir edilip, içi, kubbesi beyaz badana yapılma mektebe giderdim. Çok farklı, tuhaf, garip bir şeydi. Kim bilir