Page 27 - kayseriden_kopan_turku
P. 27

Avuçlarımı sildim üstüme. Yeniden dokundum tuşlara. Etrafıma baktım.

            Duyulmasından endişe eder gibiydim. Aldırmadım. Hem zaten taş duvarlar öylesine kalındı ki org sesinin bile dışarıya
            duyulması çok zordu. Üstelik bu eski kilise Zincidere’nin uzak bir yerinde sayılabilirdi. Gönül rahatlığı içinde, bu defa
            parmaklarımı hızla bütün tuşlar üstünde gezdirmeye başladım. Önceleri gelişigüzel dolaşan parmaklarım, zaman
            geçtikçe sanki gözleri varmış gibi, sanki daha önceleri defalarca bunu yapmış gibi bilinçli dokunuyor, bu yüzden
            de tuşlardan uyumlu, hoş sesler çıkartıyordum. Adeta bir şarkının, bir müzik eserinin bestesini yapar gibiydim.”
            Çaldıkça kendinden geçmiş Ahmet Gazi. Kırk yıllık bir müzik hocasından ders almış da, nota, usul bilirmiş
            gibi parmakları tuşlarla dans etmiş. Gün ışıyana kadar sürmüş, eski kilisenin kalın, sağır, soğuk duvarlarına,
            üstleri çakı bıçağıyla çizik çizik olmuş sıralara verdiği konser Ahmet’in. Yorgun düşmüş sonra. Uyuyakal-
            mış bir köşede. Kocaman anahtarın kapıda çıkarttığı gıcırtı sesiyle uyanmış. Saklanmış yine. Sonra bir kedi
            sessizliğiyle saklandığı yerden çıkmış ve kendini dışarı atmış

            Ana yüreği işte. O gece anası Hanım Gelin yer bitirir kendini meraktan. Ertesi sabah oğlunu görür, kaşlarını
            çatar. Kızamaz. Üvey baba oralı bile olmaz.

            Türküdeki gibi, şeytanın neresinde olduğunu, ardıç ağacından kolunun hangi ormanda yetiştiğini kimsele-
            rin bilemediği telli, tezeneli bağlama çalma, hâlâ delicesine, hâlâ dayanılmaz bir org sesi duyma arzusunun
            olduğu çocuksu düşler birbirini kovalar.

            Ahmet, büyüdükçe büyür Ali Dağı’nın şaşkın bakışları arasında.
            Ahmet büyür de Zincidere’nin ilk mektep’ine gider olur. Hanım anasının incecik, dal gibi, daha o yaşlarda
            endamı yerinde, kara gözlü, kara kaşlı, yanık yüzlü, güneş sözlü gözünden bile esirgediği kuzusu. Ağladığın-  27
            da kırık, dökük, içten içe bir yanardağ gibi kaynadıkça kaynayan yüreğinde fırtınalar kopar, boralar patlar
            delişmen oğulcuğuna. Ona kazaklar örer bozkır soğuğunda üşümesin diye. Çoraplar örer kara koyunun
            kara yününden.

            Öyle ya! Mektepli olmak kolay mı? Okumak. Efendi olmak. Şalvarı mı eskidi? Ana yüreği durur mu hiç? Şalvar
            diker bulup buluşturup. Tıpkı yemeyip yedirmek gibi. Tıpkı içmeyip içirmek gibi. Tek boynu bükülmesin,
            mahzun kalmasın akranlarının içinde. Köyün içinde ar olmasın ele güne karşı. Ödü patlar, üşütür, hastalanır
            Zincidere’nin kara soğuğunda diye. O karda, kışta Zincidere ile Akçakaya arasında gidip geldikçe. Düşün-
            meden de edemez Hanım kadın. Ya adam boyu karda aç bir kurt çıkarsa karşısına diye.
            Masmavi bir nazar boncuğunu diker ceketinin iç cebine. Kazağının arkasına, omuz başına da iğde dalı parçası
            diker. Cebine sapı keçiboynuzundan yapılma çakı koyar. Dahası hamail takar o incecik boynuna.
            Ahmet Zincidere’de mektebe gitmeye devam eder. Kimseler ne duyar, ne görür karanlıktaki konserini.
            Mektepsiz zamanlarında üvey babasının bakkal dükkânında zorunlu çalışmayı sürdürür. Hele bir tersi ol-
            sun. Çatık kaşlar, daha da çatılır. Akşam evde sorulur hesabı. Kayseri ağzı ile “ asvata “ beller. O yıllarda İlk
            mektep ya da ilkokul zorunlu üç yıldır. Üçüncü sınıfa geldiğinde bazı sıkıntılar baş gösterir.
            İlkin defteri yoktur. Defteri bitmiştir ve yeni deftere ihtiyaç vardır. Babaya duyurur
            Hanım Gelin. Baba her zamanki gibi oralı bile olmaz. Bir gün öğretmen sorar:

            — Ahmet oğlum hani defterin??
            — Oğlum defterin nerede?
   22   23   24   25   26   27   28   29   30   31   32