Page 26 - kayseriden_kopan_turku
P. 26
ne sesler çıkartırdı bu aletten. Kim bilir ne müzikler ya da ne Kayseri türküleri çalınabilir, söylenebilirdi onunla.
Ah! Bir dokunabilseydim. Yasaktı! “Sakın dokunayım demeyin. Sakın yanına bile yaklaşayım demeyin. Bozarsı-
nız.” derlerdi. Ama bir gün… Bir gün mutlaka… Kimseler duymadan. Kimseler görmeden, bilmeden dokunmayı,
yakından bakmayı düşünürdüm. Çocukluk işte. Adına ister çılgınlık densin, ister delilik densin ne denirse densin
ama vazgeçemeyeceğim, dayanılmaz bir arzunun belki de cesaretin daha doğrusu adını kesinlikle koyamadığım,
belki de merak denilip geçiştirilebilecek bir tutkunun tavan yaptığı gündü.
Sonuçta on- on bir yaşında bir oğlan bebesiydim. Taş Mektepteki hiçbir çocuğun, özellikle yaşıtım oğlanların pek öyle
dikkatini çekmemiş en azından içinde in mi var, cin mi var merak bile edilmemişti. Aslında köy çocuklarının nesineydi?
Davul- zurna. Bir de bağlama bilirdi onlar. Ama sanki ben farklıydım onlardan. Ayağı yalın, başıkabak, fakir bir köy
çocuğu da olsam, onu ilk defa görüp, ilk sesini duyduğunda kendinden geçmiştim adeta. Geceler bile o çalgı aletini
düşünürdüm. Uzaktan seyrederdim ne zaman bu kiliseden bozma taş mektebe gitsem. Ama onunla konuşurdum.
Ona kim olduğunu, nereden geldiğini, kimin yaptığını, marifetinin ne olduğunu, nasıl olduğunu sorardım kimseler
duymadan. Kimseler görmeden. Üç yıl, ona daha fazla dokunabilmenin onunla muhabbet edebilmenin, hatta ona
yâr, yaren olabilmenin isteği yakar, kavururdu içimi. Sabrettim hep. Hep sabrettim. Ve bir gün:
O gün, ders bitiminde ya da akşamüstü, pırasa saçları örgülü, basma entarili, başında kar gibi kurdelesi olan ak
yakalı kızların, lastik ayakkabılı, kafaları sıfıra vurulmuş oğlanların, kırlangıçlar gibi çığlık çığlığa mektepten
çıkışlarını seyrediyordu hademe efendi.
Muallim efendileri yolcu etti. Bir süre temizlik yaptı. Sonra kara tahtalı sınıfları, sağı solu dolaştı. Ardından mek-
tebin kocaman kapısını, kocaman bir demir anahtar ile sağa doğru, birkaç defa çevirerek kilitledi. Yaşlı, kurumuş
26 bir elma ağacının altına bağladığı boz eşeğin, yerli yersiz çıkan o bülbülleri kıskandıracak (!) sesine aldırmadan
bindi ve çekti gitti.
Akşam, bütün kasvetiyle çökmüştü her yana. Her yanı karanlık basmıştı gündüz, çocuk çığlıklarının olduğu sınıfta
şimdi derin, ürküten, korkutan, üşüten bir sessizlik vardı.
Bahar olmasına rağmen, eskimiş, sanki hortlamış ruhuyla buz kesiyordu taşlar, duvarlar. Kapılar, pencereler bile
özellikle ürpertiyordu insanı. Karanlıktı ve ben mektep dağılırken sınıftan çıkmamış sıraların arkasına saklanmıştım.
Ay ışığının, yüksek pencerelerden girip, soğuk, taş zemine ve üstündeki tuhaf, garip, çirkin insan resimlerinin beyaz
badana ile kapatıldığı yüksek duvarlara düştüğü sınıfta sadece ben kalmıştım. Kısa bir süre sonra saklandığım sıra-
ların arasından doğruldum. Etrafıma baktım. Ses etmemeye çalışıyordum. Ayaklarımın ucuna basarak ay ışığının
düştüğü duvar dibine doğru yöneldim. Üzerine, pencerelerden giren ay ışığı düşmüş orgun yanına doğru gittim ve
bir süre seyrettim. İnceledim adeta. Parmak uçlarımla sağına, soluna dokundum.
Heyecanlıydım.
Ellerim titriyordu. Ter içinde kalmıştım. Hani o an yanımda biri olsa kalbimin nasıl küt küt attığını duyabi-
lirdi. Oturdum orgun önünde bulunan iskemleye.
Kan-ter içindeydi avuçlarım.
Sonra…
Dokundum tuşlardan bir kaçına. Çıkan seslerden öylesine etkilendim ki derin bir nefes aldım ve öylece kaldım kısa
bir süre.
Şaşkındım ve hayretler içindeydim.