Page 37 - kayseriden_kopan_turku
P. 37

Peygamber Ocağı’nda. Tıpkı müptelası olduğu, tıpkı belalısı olduğu tütünden ilk nefesi çeker gibi.

            Asker Ocağı’nın yarenlikleri bitmez derler. Hangi birini anlatsın ki Konya Ovası?
            Bir gün…

            Bitti derler. Buraya kadar. Gayrı sana karavanadan aş yok. Koğuşta döşek yok. Ucu yanık asker mektubu
            yazmak yok. Nöbet yok, silah yok, talim yok. Yeter dört sene derler ve tutuşturdular eline tezkeresini. Toplar
            tası, tarağı. Biner, sırtında torbası kara bir vagona.
            Günlerce yol gider posta treni ile. Uçsuz, bucaksız ovalar, yoksul, kimsesiz, kerpiçten köyler, ıssız şehirler,
            ürküten, korkutan dağbaşları.

            Döner memleket toprağına. Tam Boğazköprü’de, Erciyes’in, avuçlarını patlayıncaya kadar alkışladığını duyar
            sanki. Erciyes kokusunu çeker ciğerlerinin taaa derinlerine.



            EŞİ YILDIZ SÜSLEN’İN (AYHAN) DOĞUMU

            Yıl 1901. Kırım.
            Abdülgaffar bebek, 1 yaşında. Kırımlı ana-baba, kaç tane yavruları varsa basarlar Abdülgaffar gibi ötekileri
            de bağırlarına, alırlar gelinlik kızları Zayide’yi yanlarına, denk yaparlar pahada ağır, yükte hafif ne varsa ve
            can korkusundan düşerler göç yoluna.
            Dağlar, dağlar ardına.
                                                                                                          37
            Hangi köye tanrı misafiri olsalar Moskof zorbalarının ellerinden zor kurtulurlar.
            Soyulurlar, iki parça kara, kuru ekmeklerine, iki baş kuru soğanlarına, bir avuç bulgurlarına varıncaya kadar.
            Aç kalırlar da bebelerin feryad-ı figanı yürek yakar. Ot toplar elleri, yaprak devşirir. Susuzluktan yanarlar.
            Ama yılmazlar. Vazgeçmezler.
            Sonunda;

            Türkiye’ye ulaşırlar ve yerleşirler Eskişehir toprağına.
            Burada Necati olur adı Abdülgaffar’ın. Uzun yıllar geçer ve gözünü budaktan esirgemeyen, korku nedir
            bilmeyen, yaman mı yaman, bir delikanlı olur.
            Ha Kırım ha Türkiye. İkisi de vatan toprağıdır onlar için. Kurtuluş Savaşı başlar ve ana bildiği bacısı Zayi-
            de’nin elini öperek en önde gider cepheye Necati. Daha sonraki yıllarda şöyle anlatacaktır o yoklukla geçen
            harp günlerini:
            “Atlılar savaşa önden giderdi. Piyadeler arkadan. Atların geçtiği yollarda pislikleri olurdu. Bu pisliklerin içinde de
            arpa taneleri. Arkadan gelenler, arpaları toplar ve su bulunca yıkar sonra da yerlerdi.”
            Bunları anlatırken duygulanır ama en çok Mustafa Kemal Paşa’nın çok yakında bulunduğu günleri hiç
            unutamaz. Sivil hayat başladığında Necati, polis olur. Önce Aydın’a gönderirler. Sonra da İstanbul Üsküdar
            Başkomiserliği’ne. Eskişehir’de bir başka Kırım güzeli Zehra Hanım ile dünya evine girer. Zehra ki, Kırım
            Hanlığı’nda prenses unvanı olan bir kızdır. Sonuçta evlenirler. Nebahat adlı bir bebekleri dünyaya gelir. Her
            şey önceleri güllük gülistanlıktır. Ama eksik bir şeyler vardır sanki. Üze üze de olsa Zehra ile Necati ayrı
   32   33   34   35   36   37   38   39   40   41   42